Daha önce de bir bakanın, Osmanlı(ca)ya atıfla “görevden affını talep ettiği” ve medyaya da sız(dırıl)an istifa yazısındaki “ayrılmak” eyleminin çatısını “dönüşlü” mü, yani kendi isteğiyle mi ayrıldı; “edilgen” mi, yani başkası tarafından mı ayrıldı diye günlerce tartışmıştık.

Sonra da haftalardır otuz satırlık bir mektubu anlamlandırmaya çalıştık: Bu bir hâl hatır mektubu mu, yoksa bir çağrı mı? Çağrıysa muhatabı kim ya da kimler? Silah mı bırakıyor, ateşkes mi ilan ediyor? Moderniteyi mi eleştiriyor, Cumhuriyet’i mi hedef alıyor? Bu bir teslimiyet mi, yeni anayasaya destek mi?...  

Okuduğumuzu anlamaktan uzaklaştığımız bir gerçek, çünkü yazı geri çekiliyor! Dijital medya yazıyı değil, görseli; okumayı değil, bakmayı yayıyor.

Bu nedenle dile giderek daha az gereksinim duyuyoruz; oysa toplumu bir arada tutan uzlaşıları, dil ve dile dayalı anlatılar yaratıyor; şimdi dille birlikte toplum da dağılıyor. Dijital çağın insanı, bütünlüklü yazı ve anlatıları kaldıramıyor.

Günümüzün popüler düşünürlerinden Byung-Chul Han, Enfokrasi adlı çalışmasında “Televizyon söylemi fragmanlaştırır.” dedikten sonra, Neil Postman’ın, “Televizyon çağında paragraf yazılı basındaki haberler için temel birim haline geldi.” argümanını aktarıyor (Ketebe, 2024). Eklemek gerekir ki, dijital çağda paragrafa bile gücümüz yetmiyor; en uzun iletişim metinlerimiz kırık dökük cümleler oldu ve yakın gelecekte sözcükler, belki sadece hecelerle iletişim kuracağız!

Az geri dönüp baktığımda çocukluğumun köyünde yapılan düğün hazırlıklarını anımsıyorum; “okunmuş” gazetelerden kese kâğıtları, külahlar yaptığımız günlerdi. Düğün hazırlıklarının bir parçası olarak gazeteden bükülen bu külahların içine üç beş kaba şeker (peynir şekeri) konur, topluca "okuyucu"ya verilirdi; o da ev ev dolaşır, bir külah şekerle hane halkını düğüne "çağır”ırdı.

Çocuk aklımla ilişkisinde bir türlü mantık bulamadığım kavram çiftinden biri işte bu "okumak-çağırmak"tı. Üniversite yıllarında aldığımız edebiyat eğitimi gereği, sözcüklerin anlam çerçeveleri ve etimolojisiyle kurduğumuz ilişki içinde "okumak" sözcüğünün eski Türkçede "okımak" biçiminde olduğunu; onun da "söylemek, çağırmak" anlamına geldiğini ve o nedenle "şarkı/türkü söylemek" için "okumak", "şarkıcı/türkücü" için de "okuyan, okuyucu" dendiğini öğrendim.

Gerisi çorap söküğü gibi geldi: Anadolu halk ağzında "oku" çağrı, (davetiye), "okuma" düğüne çağırma, "okuyucu" düğüne çağırmakla görevli kimse, "okunculuk" düğüne çağırmak için gönderilen armağan, "okuşmak" çekişmek, çıkışmak, karşılıklı söylenmek, "okuylu" düğün çağrısı... demekti (İ. Zeki Eyuboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, 1988). Eylem sonradan, anlam genişlemesi yoluyla "yazılı simgeleri (harfleri) çözmek" karşılığını kazanmıştı. İşte o zaman bende, "ümmi" Peygamberin Kur'an'ın ilk indiğine inanılan bölümündeki Alak suresinin birinci ayetinde "Yaratan Rabb’inin adıyla oku!" emri anlam kazanmıştı: “İkra!” Çağır, davet et! Sonra Kaşgarlı’daki anlamı da tamamlanmış oldu: “Meni okıdı.” (Beni çağırdı.), “Bitig okıdı.” (Kitap okudu.)

Ancak anlam denizi öyle engin ki bitmek bilmiyor… Yıllar sonra, Martin Heidegger'in Düşünmek Ne Demektir? başlıklı kitabıyla (1951-52 Kış Dönemi Ders Notları, Paradigma, İst. 2013) karşılaşınca ve Almanca "Lasen" (okumak) ile "Anrufen" (çağırmak) sözcüklerinin arasındaki ilişkiye odaklandığını görünce hem halkların, ulusların dil ve kültür yaratmada nasıl ortaklaştıklarına bir kere daha tanık olmanın mutluluğunu hem de bu ilişkiyle dilin iletişim aracı olmanın ötesinde varlığın ve düşüncenin temelini oluşturduğu keşfetmenin şaşkınlığını yaşadım.

Heidegger için “Lesen”, sadece metindeki harfleri ve sözcükleri takip etmek değil, aynı zamanda metnin derinliklerine inmek, "çağrısına" kulak vermek, yani metnin varlığına bir "çağrı"da bulunmak; "Anrufen" ise bir şeyi veya birini varlığa çağırmak, onu ortaya çıkarmak anlamına geliyordu. Hatta düşünmek de bir tür çağırmaydı; çünkü varlığı ve anlamı açığa çıkarmak için bir çağrıda bulunuyordu.

Ona göre dil, varlığın eviydi, bu nedenle dilin derinliklerine inmek, varlığın kendisine ulaşmak demekti. Bu nedenle düşünür, bu sözcük çifti arasındaki ilişkiyi incelerken, dilin etimolojisine tarihsel gelişimine de dikkat çekiyor; bu sözcüklerle okuma ve düşünme eylemlerinin sadece zihinsel faaliyetler olmadığını, aynı zamanda varlıkla bir etkileşim olduğunu vurgulayarak sözcükleri kavramsallaştırıyordu.

İşi buraya kadar götürmeden "okumak" eylemini, “yazılı bir metni çözmek” anlamıyla sınırlandırsak bile okuduğumuzu anlamak/yorumlamakla ilgili ilk engelimiz, dilin imgelerle (ses, söz, sözce, tümce) işleyen bir dizge olmasıdır. Her ne kadar bu dilsel gösterenler ve onların karşıladıkları gösterilenler belli bir toplumsal uzlaşıya dayansa ve benim "üzüm" dediğime kimse "şarap" demese de bilinçlerimizin öznel niteliği, doğal olarak "üzüm”lerimizi farklılaştırmakta; okuduğumuz bir metinden "çağırdıklarımız" da bire bir aynı olmamaktadır.

Bu farklılaşmayı aşmaya çalışan M. Schlick, A. J. Ayer, erken dönem Wittgenstein gibi mantıksal pozitivistlerin geliştirdikleri ve anlamı gözlemlenebilir olgulara dayandıran, ayırma yöntemiyle açıklamaya çalışan, önermenin anlamlı olmasını ampirik olarak doğrulanabilir olmasına bağlayan, dolayısıyla metafizik ifadeleri anlamsız bulan mantıkçıların "doğrulanabilirlik ilkesi", ne yazık ki matematik ve mantık gibi apriori bilimlerin metinleri dışında işlememiş; toplum ve insan bilimlerinde, hele doğası gereği sanat eserlerinin anlamlandırılmasında tıkanıp kalmıştır.

Zira sözün arkasında üç boyutlu, büyük ve dinamik bir anlam ağı yer almakta; bu ağ, doğrulanabilirlik ilkesine uymayan önermeleri de kimi koşullarda anlamlı kılabilmektedir. Anlamı, sözün "göz önüne getirdiği görüntü ya da zihinde uyandırdığı tasarım, kavram" diye tanımlar ve "anlamlı söz"ü de Oktay Rifat'ı izleyerek "bu görüntü veya tasarımın olabilecek bir şey olması"na (Perçemli Sokak, 1956) bağlarsak, "üvercinka" sözcüğünü, "perçemli sokak" tamlamasını, "saçını süpürge etmek" deyimini, "Manda yuva yapmış söğüt dalına" türküsünü, Niyazi Akıncıoğlu'nun o güzelim "Selamın geçiyor besbelli, yeşerdi telgraf direkleri" dizesini ve bu dizenin dayandığı nedenselliği yanlış bulup "anlamsız" mı kabul edeceğiz?

Demek ki dilde, belli bir amaçla yapılan sapmalar, kalıplaşmalar, mizahi ifadeler ve sanatlı söyleyişler gibi yeterli koşul sağlandığında; "okuduğumuz" metnin göz önüne getirdiği olamayacak görüntü ve tasarımlarından yeni anlamlar "çağırmak" mümkündür. Olabilecek veya olamayacak bu görüntülerin anlamlarının, Platon ve Hegel gibi filozofların hatırına, aşkın, mutlak ve sabit olmadıklarını görmezden gelecek değiliz.

Öte yandan anlamı Deleuze kadar savurmadan, yorumu da Nietszche gibi "Gerçeklik yoktur, yalnızca yorumlar vardır!"a kadar abartmadan, anlamın az çok değişken bir doğaya sahip olduğunu teslim etsek de tarihsel ve toplumsal olarak kurulduğunu, yoksa bu kadar kaygan bir zeminde, bu kadar büyük anlam kaybıyla iletişim kurmamızın, okuduğumuzu anlayıp yorumlamamızın olası olmadığını kabul etmek zorundayız.

"Yorum"a gelince, artık "okumak" gibi onun da tanrı kelamını anlamlandırmakla başlamış olabileceğini kestirmek güç değil. Nihayet Arapçası "tefsir" olan "yorum"un ilk anlamı, yazı ya da sözün amacını açığa çıkarmak”tır. Edebiyatın ve göstergebilimin önde gelen yazarlarından Umberto Eco, Açık Yapıt (Can Yay. 2000) adlı kitabında metinleri "kapalı metin" (closed text) ve "açık metin" (open text) olarak gruplar. Eco, yazar odaklı “kapalı metin”lerde yazarın belli bir anlamı amaçladığını, okurdan bu anlama ulaşmasını beklediğini belirtir; onları, anlamı sabit ve yorum alanı sınırlı metinler olarak niteler. Bu tür metinlere popüler romanlar, eğitim kitapları, kullanma kılavuzları, kitle iletişim araçlarının ürettiği metinler örnek olabilir.  Okur odaklı “açık metin”lerin ise okura geniş bir yorum alanı sunduğunu, metnin anlamının okuyucunun bakış açısına, kültürel birikimine, deneyimlerine göre değişebildiğini söyler. Bu tür metinlere modern sanat eserlerini, deneysel edebiyat metinlerini, bazı şiir türlerini örnek gösterebiliriz.

Umberto Eco, açık metinlerin, çoklu yorumlara izin verdiğini teslim etmekle birlikte, bunun sınırsız bir özgürlük olmadığının altını çizer.  Ona göre yorum, metnin “niyeti” ile sınırlıdır; niyet, yazarın metni yazarken amaçladığı anlamdır ve metnin kendisinde bulunan ipuçları, yapısı ve bağlamı aracılığıyla açığa çıkarılabilir.

Yorumun sınırlarını belirleyen şeyin metnin kendi iç yapısı olduğuna işaret ederek bir metnin anlamının yalnızca yazarın niyetine veya okuyucunun öznel yorumuna indirgenemeyeceğini vurgular. Ona göre metnin iç işleyişi, yani belirlenimi okuyucuya rehberlik eden bir dizi ipucu ve yapısal kısıtlamalar getirir.

Bu durumda, örneğin Nazım Hikmet'in "Kuvayı Milliye" adlı epik şiirini, lirik bir aşk şiiri olarak okuyamayız. Öznel, farklı ama saçma olmayan hiçbir yorum, nasıl yapılandırılmış olursa olsun, o şiiri Nazım'ın Kurtuluş Savaşı'nın etkili bir anlatımı olmaktan çıkarmaz. Çıkarmaz, çünkü şair onu ürettiği süreçte kendi belirlenimleriyle doldurmuş, konu ve izlekle ilgili olası yorumları daha baştan sınırlamıştır. Metnin sunduğu verileri ve bağlamı göz ardı ederek, bizdeki kişisel iz düşümlerini yorum diye metne dayatamayız.

Dayatırsak, yapılan yorum, "aşırı yorum" olacaktır. Aşırı yorum, metnin bağlamını yok sayarak ve sunduğu kanıtları, ipuçlarını göz ardı ederek yapılan keyfi anlamlandırmadır. Bu tür yorumda, okuyucu kendi kişisel inançlarını, arzularını veya ideolojilerini metne yansıtır. Shakespeare'in Hamlet'ini "uzaylıların Dünya'yı ele geçirme planı" olarak okumak, metnin içsel belirlenimleriyle çelişen, dolayısıyla geçersiz, aşırı yorumdur. Eco, bu durumu "metnin sömürgeleştirilmesi" olarak nitelendirir. Buradan Jacques Derrida gibi postmodern filozofların "anlamın sonsuz ertelenmesi" düşüncesine destek değil, eleştiri çıkar. Zira metin ne denli açık (uçlu) olsa da anlam tamamen keyfi değildir. Bu nedenle yorumda üç ögeyi dengede tutmak gerekir: Metnin dilsel ve yapısal unsurları (nesnellik), metnin yazıldığı dönemin bağlamı (tarihsellik) ve okuyucunun metni kendi deneyimiyle harmanlaması (yaratıcılık).

Eco'ya göre geçersiz ve aşırı yorumları, "örnek okur" davranışıyla aşabiliriz; bunun için metnin öz niteliklerini, belirlenimlerini dikkate alarak, metnin ipuçlarını takip ederek, yazar ile iş birliği yaparak yorumlamayı öğrenmek zorundayız. Zira koşulsuz ve bağlamsız okumalarla, sözün göz önüne getirdiği görüntüleri ve zihinde uyandırdığı olamayacak izlenimleri "anlamsız" bulduğumuz metinlerin yorumunda bile sınırsız bir özgürlük ve keyfiyetten söz edemeyiz.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Avrupa'da şiir akımı olarak savaşın barbarlığına, sanat alanında ve gündelik hayattaki entelektüel katılığa karşı ortaya çıkan, geçmişin tüm edebiyat verilerine, anlam ve anlatılara saldıran Dada hareketinin öncülerinden Tristan Tzara’nın Dada Türküsü adlı şiiri Cemal Süreya çevirisiyle şöyle başlıyordu:

“Bir dadacının şarkısı / yüreği dadayla dolu / fazlaca yordu motoru / yüreği dadayla dolu // Asansör bir kral taşıyordu / ağır çıtkırıldım özerk ayrıca / kırsın mı sana sağ kolunu / yollasın mı Roma'daki Papa'ya // Artık bu yüzden işte / Asansörcüğün yüreğinde / dada mada hak getire…”

Yazımızın girişinde sözünü ettiğimiz metinler, Dadaist dizeler değildi; ama biz bir türlü anlamlandıramadık onları, neden? Çünkü 'enformasyon kapitalizmi'nin veri burjuvaları olan ‘data’istler, postmodern silahlarıyla bilişsel varlığımızı kurşunluyorlar. Siyasal ve toplumsal bağlamda bu kurşunlara gelen ise halk oluyor!

Dadaistler bile dataistler kadar zarar vermediler anlama…

Mustafa Pala
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)